BOLU'YA DAİR DİLİME DOLAŞANLAR VE ARANANLAR

“Güzeli sahiplenmek ve güzelde dalıp kalmak herkesin;

Olması gereken güzeli bulup çıkartmak

Gözlere ve gönüllere kazandırmak,

Er kişinin işidir.” Derken, Sahi, nerede kalmıştık?

“Geçmiş zaman olur ki, hayali cihana değer“ miş.  Çocukluğumu Bolu şehir merkezinde yaşadım. Biraz fazla meraklıyım her halde, birçok lüzumlu lüzumsuz, görüp geçemediğim, duyup unutamadığım, doyasıya olmasa da yaşayıp hâlâ özlemlediğim yerler, kişiler kırık dökük de olsa beynimi meşgul, gönlümü mahzun edecek kadar bilgi benliğime işlemiş. Bugün yaşananlara, şehre, velhasılı bize reva görülenlere sussam gönlüm razı gelmiyor, hadi söyleyeyim diyorum bu sefer de başkalarının işine gelmeyecek. Beni düşünüp anlattığımla, neyi arzulayarak konuştuğumla değil, kendi kafalarındaki, insanları yamuk yumuk gösteren menfaat aynalarındaki gördükleri ile ifade edecekler. Aslında düşüncelerimi yazmaktaki amacım kimseyi kırmak olmadığı gibi, polemikleşmek, yapılan her şeyi kötülemek de değil. Bu şehir bizim yaşam kaynağımız, bu dünyadaki yerimiz ve hem de ahiret yolculuğuna hazırlandığımız mezarımızın bulunduğu yer. Çocuklarımıza, torunlarımıza bırakacağımız vatan toprağımız. İnsanca yaşamak için gerekenlerin, huzur ve refahın, dünya ve ahiret güzelliklerinin burada olmasını istememiz, bu hususta gördüğümüz eksikliklerin, rahatsızlıkların, çirkinliklerin ve kabalıkların giderilmesine serzenişimiz gayet doğaldır, doğal da karşılanmalıdır diyorum ama biliyorum yine de beni yanlış anlayacak, yanlış anlatacaklar olacaktır.  Her neyse, aş taşarken kepçenin pahası, ustasının mahareti düşünülmez, kepçeyi tutanın mahareti ve çabukluğuna bakılırmış. Çünkü, lazım olan dökülenin, taşanın tutulması, ziyan edilmemesi imiş. Olacakla öleceğe de çare yok demiş atalarımız. Kadere de rıza göstermek lazım deyip yazalım istidamızı, arzuhalimizi yaradana sığınarak. Belki sesim ulaşır kulak veren bir dağa, aksi seda gelir, hayırlara vesile oluruz kötü mü olur?

“Bolu eskiden mi daha moderndi, gelişmeye, öğrenmeye açıktı; sanata, zanaatkâra, sanatçıya önem veriyordu, şimdi mi?” diye sorduğumuz bir soru ile söze başlayalım. Hatta soruyu biraz daha kabartalım. “Bolu, şu an geldiği noktada, şehirleşmesi, mimarisi, yolları, sosyal donatıları ve insana hoş ve güzel olarak sunulan, huzur ve yaşama sevinci veren nesi varsa, ne yapılmışsa onları düşünerek baktığımızda mı daha cazip; yoksa, geriye gidin 1970li yılların öncesine dönün, eskileri bilenleri dinleyin, eski fotoğraflara, eski şehrin yapısına, pazarına, panayırına, çayırına, çimenine, Gölcüğü, Abantı, Yedigölleri, yaylası, kırı bayırı, tarlası, ürünü, insanların huzuru, hayatın ucuzluğu, sosyal ilişkilerin sıcaklığı ile gönüllerin şenlendiği o zamanlar mı daha güzel, daha cazip bir kentti dersiniz?” Bu abartılı sorduğumuz soruya siz nasıl cevap verirdiniz bunu bilemem ama ben çoğu zaman o eski yıllardayım. Aslında babadan kalan malı tüketen miras yedi, ataletten alnı sırtı terlememiş, hazırı tüketmekten çalışmanın, çalışıp kazanılan malın değerini bilmemiş, beton yığınları içinde bir dairede yaşamını sınırlayanların; bir naylona, alüminyuma, fabrikasyon imitasyonlara değiştiğimiz el emekleri, çürümeye yok olmaya terk ettiğimiz nice değerlerimizin farkında olmayan, hayatı günlük ve anlık kararlarla yaşayan günümüz evlatlarının vereceği cevabı da biliyorum: “Ooo eski çamlar bardak oldu. Eskiye rağbet olsa, bitpazarına nur yağardı. Geçmiş arkada kaldı sen şimdiye bak“ falan filan. Arkasını sağlama almayan ordunun cephesi nasıl kolayca dağılır, düşmana yem olursa; toplumlarda geçmişini bilmez, geçmişten gelen kendilerini dizayn eden değerleri umursamaz, mirasın korunarak değerlendirilmesini değil, satarak, harcayarak yok edilmesine çabalar veya göz yumarsa, o toplumlar için de gelecek aynı akîbeti  reva görür. Kalabalıklar içinde asosyallik ve akutlaşan yalnızlaşma bir adım sonra kronikleşen yalnızlık hastalığı sonucu ruhen entropi içinde bir toplum. Böyle ruhu ölmüş, hayatını ve hayatını yaşadığı yeri düşünmekten, sorgulamaktan, sahiplenmekten ve sahiplik duygusundan uzak, yürüyen cesetlerden oluşan toplumlarda, atılan her adımda güzelliklere, neşe ve mutluluğa, kutlanası bir başarıya değil sorunlar yumağına, çirkinlikler abidesine varırsınız. Şehrin insanları, toplumu oluşturanlar yaşamanın cıvıltısını veya ölümün sessizliğini, yaşarken yaptıkları sosyalleşme ve şehirleşme çabaları ile seçerler. Şehre, memlekete yön veren kişilerin bu seçimi beldenin yaşanabilirliğini belirler. Aşağıdaki yazdıklarımı okurken bu seçimi daima aklınızın bir kenarında tutun. O zaman beni daha rahat anlayacağınızı düşünüyorum.

Boluyu 1965ten sonra, gelişmesini durdurup, şeklen belki şehir ama öz olarak yeni oluşan kasaba namzedine çevirmişiz. Estetikten yoksun, kırık dökük, kalplere ruhlara dokunmayan duyarsız ne varsa onu güzelim Boluya reva görmüşüz. Kasaba kadarken yapılan güzelliklerden neyi, nereyi bugüne getirebilmiş ve yaşatabilmişiz bir bakın etrafınıza ve hayatınıza. Dikkatle bakarsanız, Yıldırım Beyazıt Camisi ve Taşhanın varlığı, kentin bir Osmanlı geçmişi var dedirtiyor. Yoksa, yitirilen kimlik ve kişiliğini tarihin tozlu sayfalarında arayarak, soruşturarak bulacağınız bir şehir haline gelmiştir Bolu. Osmanlının ilk medrese ve kütüphanelerinden birine sahip olan, şehzadelerin yetiştirildiği, Bolu Beyinin, Köroğlunun yaşadığı efsaneler, öyküler kenti; orman denizi denilen, “yeşillikler içinde kırmızı kiremitli konakları, hanları hamamları”, bol bereketli ovaları, misafir perver köyleri kaldı mı? Panayırı, Karaçayırı, Çayırpınarı, Gölyüzü, Çıkınları, mesire yeri Akçakavak, ayrılık çeşmesi, çam kokusunu çiğerinde duyarak oturduğunuz Anıtparkı, Hükümet Meydanı kaldı mı? Fırka Tepemiz vardı hani? Yan taraflarında pazarımızı gördüğümüz.. Yorulduğumuzda çamların altında oturup soluklandığımız.. Oturduğumuz yerden Boluyu seyrettiğimiz.. Hemen ucunda yürek soğutan gazozunu, sıcacık çayını içtiğimiz kahvehanesi; ailece, dostlarımızla gelip önceleri çamların altında, sonra düzenlenen parkında sohbet ettiğimiz, şu bizim karnı yarılıp, içine beton doldurulan Fırka Tepesini diyorum. Bizim Fırka Tepesi anılarımızda, bilenlerin beyninde, yüreğinde kaldı. Şimdi bu yerde sanırım birilerinin My Balkonu var! Zevksizlik örneği, kel başa şimşir tarak misali kondurulmuş bir modern baraka! Parasını verenin oturup, yanında dev fanların sesini dinleyeceği, sonradan sıkıştırılan öylesine bir yapı yani. Ama vatandaşın sohbetine, oturmasına, hatıralarını bile yaşamasına çok görülüp, elinden alınıp, devasa beton yığınlarına teslim edilen nefesliğimiz fırkayı bilen kaldı mı peki?

Hani yüksek boylu sarıçamların ve karaçamların göğe uzanıp şehir merkezinde çam kokulu orman havasını yaşadığımız, çayımızı yudumlayıp serinlediğimiz Anıtpark nerede? Nerede Bayramları yaptığımız, öğrencilerin öğretmenleri ile askerlerin heybetlice yürüdüğü, şehirlisi köylüsü ile iki yanına yığılarak bayramları, kutlamaları yaşadığımız İzzet Baysal Caddesi, Hükümet Meydanı kaldı mı? Dahası kutlama yapacak, coşku yaşayacak meydan denilecek meydan var mı? Çok yakında eskilerin Erkek Sanat Okuluda orayı tek etmek üzere. Ne gariplikler gelecek ayrı bir merak konusu.

Şehrin her yanında kazara inşaat yaparken tarihten bize kalan bir şey gördük mü, hemen külleyip örtüyor, üstüne binayı dikiyoruz ya da etrafını çevirip, ölüme mahkûm ediyoruz. Hisar altındaki Stadion gibi!  Daha acısı canilere bile veremediğimiz idam kararını eski, tarihi binalara verdik. Maili inhidam levhasını alınlarına takarak ya yıkılmaya mahkûm ettik ya da yıktık geçtik bir gecede, sabahı göstermeden. Ya da, bu cefalı ömürlerinin bir yerinde birileri yakarak kurtardılar zavallı binaları. Yerlerini otopark yaptık bir süre, en son Nakkaşlar Konağında olduğu gibi. Sonra… Sonra ağanın gücüne, sahibinin zekâ kıvraklığına bağlı neyi beceriyorsan onu yap. Yeni prensibimiz eskiye dair ne varsa hepsini yık, hepsini sök dağıt; betona koş, betonlaşmayı kutsa, toprağı ziftle kapla olmuş. Bu arada şu turizm ayağına üç beş kurtardıklarımızı inkâr etmeyelim. Emeği geçenlere de müteşekkiriz yani.  Şehirdeki turizm altyapımız özetle böyle.

Sözlerimden rahatsızlık duyanlara sözüm, Beypazarlılara soru verin bakalım, şimdiki Turistik Beypazarını nasıl yapmışlar? Yıkarak mı, yoksa kalanı koruyup, yeni yapıları da eskilere benzeterek mi? Yine, Eskişehirdeki Odun Pazarına bakıversinler. Eskiler nasıl kurtarılıp yüz akı oluyor ve turist çekiyormuş! Bu kafa ile şehrimize turist murist beklemeyin. Hoş zaten bizler de onları karşılayacak, ağırlayacak durumda değiliz. Ayrıca, şehre giriş ve çıkış yolları da epeyce zahmetli. Şehirde nemiz kaldı, neyi yaptık gelene göstereceğiz, vakit geçirteceğiz? Abantı otellere heba ettik. Gölcük doğallığını sıradan belediye parkı anlayışına gömeli birkaç yıl oldu. Öyle güzel tasarımladık ki, belediyenin herhangi bir parkından geri kalır yanı yok! Neredeyse ayağınız betondan toprağa değmeyecek.  Hâlâ içini gereksizce doldurmanın, birilerine para kazandırmanın koşuşturmasındayız. Oysa ağaçları kesilen, doğallığını yitiren Gölcük elimizden sabun köpüğü gibi uçup gidiyor. Görüp fark eden, ne yapıyoruz diyen yok. Aksine herkes beğenme çılgınlığında! Yedigöllere yol yaptık, şehirde yapamadığımız düğünü, kınayı, eğlenceyi açık havada yapalım; şöyle bangır bangır her kafadan gürültü ile bağıra sallana içimizi dökelim diye. Girmenin ve çıkmanın ıstırabı ile bu mekânı çarçabuk yok edecek izdiham ve kalabalığı görelim, yaşayalım da, Yedigöller güzelliğini gelecek kuşaklara aktarmayalım, onlara bu güzellikten nasip vermeyelim diye. Şimdilerde bir de beş beş kazanacakların beş beşlerini taşıyan yıldızlı otelleri kuru verdik mi, birkaç yıla kalmaz hâlâ kalan güzelliğinin de içine etmeyi beceririz. Sonra bakın gelecek turistlere. İnsanın kalbi gibidir doğanın kalbi; doğaldır, doğal atar. Zorlarsanız, müdahalede haddi aşarsanız can veremediğiniz gibi can alacağınızı, doğayı değil kendi yaşam kaynağınızı mevta edeceğinizi unutmamanız lazım. Doğa kendine kötülük yapanı ölümle cezalandırmadan, nesiller boyu öcünü almadan asla bırakmaz!

Şaşıyorum, yöneticiler Avrupaya, Amerikaya, Asyaya, Afrikaya; yurtdışına gidip, geziyor, tozuyor. Hiç oralarda bizim gibi bu güzellikleri böylesine hovardaca ve iflah olmaz miras yedi zihniyeti ile değerlendiren var mı? Nasıl kullandırıyorlar hiç merak eden, araştıran yok mu? Şimdi sırada Aladağlar var. Yakın gelecekte uzun vadeli planlar yapılmadan, günü değerlendirmek için acele ile yapılacaklar sayesinde iklim ve doğa kirliliği ile şehrimizi de Sebeni de olumsuz olarak etkileyecek Seben Taşlıyayla Göleti ve turizm alanı ilan edilmeye çalışılan beton yığınlarına döndürdüğümüz yaylalar,  güzelim çayırlık, ormanlık alanlar, dereler, irili ufaklı göletler var. Buralar, Bolunun hem su rezervleri, hem akciğerleri. Akıllı olmak, basiretli, ferasetli, bilgili olarak bu işe yaklaşmak lazım. Yıkılanın telafisinin olmayacağı, yılları, asırları alacağı bir iş bu, oldubittiye el çabukluğuna gelmez. Lütfen Aladağlara doğru arabanızla bir gezi yapın. Ama ağır ağır, Seben- Kıbrısçık yoluna doğru bir gidin, sonra iç taraflara, ormanlık görünen yerlerdeki yaylalara doğru yol boyu gidin. Böceklerin kuruttukları onlarca ağaç bir tarafa; yol yapımı, kış yıkımı, enerji bakımı, eta üretimi, gençleştirme kesimi derken, ormanlarda yaşlı ağaç kalmadığı gibi artık sıra 35-40 cm veya daha küçük çaplı ağaçlara gelmiş görünüyor.  Bolu sanıldığı, bize söylendiği gibi eski ormanlara sahip değil artık. Her geçen gün daha kelleşiyoruz, çıplaklaşıyoruz. Dengesiz kesimlerle içi seyrekleşerek zayıflayan ormanlık yapı, en ufak fırtınaya, rüzgâra, kışa dayanamaz hale geliyor ve büyük yıkım yaşanıyor. Ormancılıkta çok keserek satılacak mal çıkaranların daima bir üst makamla ödüllendirilmesi geleneksel olduğundan bundan rahatsızlık duyulmaz. Bu sözüme alınanlar lütfen orman teşkilatını akılcı olarak araştırıp, incelesinler. Dikenler, koruyanlara mı değer verilip makam ya da terfi var? Yoksa çok kesen, mal çıkarıp, satışıyla para getirenlere mi? İnceleyin görün! Bu günlerde sırf kesimin çoğalması, üretimin artırılmasına yönelik olarak şeflik sayısının artırılmış olması da ayrı bir başlık. Kesim için şeflikler artırılırken, fidanlıklar kapatılıyor yahut elemansızlıktan iş göremez hale gelmiş durumdalar. Sonra bugün milyon milyon diktiğinizle övündüğünüz fidanların tüm koşulları olumlu olsa bile insanı gölgelemesinin en az 30-50 yıl isteyeceğini bilmek gerekir. Birileri benim Ormanı ve Ormancılığı bilmediğimden bahsedebilir. Babam 1965 yılında Aladağ Orman İşletmesi bünyesinde Karacasu Orman Deposunda bekçilik yapmaya başladı. Doruk başta olmak üzere, Karacaağaç ve Soku Yaylası yanındaki depoda ve Güvez deposunda uzun zaman bekçilik yaptıktan sonra nihayet, şehir merkezinde ana hizmet binasında ve sosyal bina inşaatında gece bekçiliği yaparken 1985lerde emekli oldu. Tüm bu görevleri sırasında bizzat yaşadıklarım, gördüklerim, gezdiklerimle, bugün gördüklerimi karşılaştırdığımda ortaya çıkanlar bana yeteri kadar bilgiyi veriyor. Sadece okul okuyan değil, gördüğünden ders alacak şekilde hayatı, tabiatı, çevreyi vs. okuyan olmak lazım.  Tatillerde kaldığım gezdiğim ormanları, yaylaları; yürüyerek şehre inerken soluklandığımız Gölcüğün o saf güzelliğini, Aladağ Orman İşletmesine yürürken insanı saran köknar ve sarıçamın o nefis kokusunu, ağaçlarla rüzgârın, kuşların konuşmalarını biliyorum. Babamla yaşadıklarımın, köy ve yaylardaki gezilerimin yanında Eşimin de Orman teşkilatında çalışan Araştırmacı Orman Yüksek Mühendisi olmasının bilgi dağarcığımıza katkılarını atlamamam gerekir. Söz buradan açılmışken Boluda yaşayanların birçoklarının yerini bile bilmedikleri Türkiyede ilk olarak 1952 yılında “Araştırma İstasyonu” olarak açılan ve güdükleştirilerek köreltilen, işlemez hale getirilen Batı Karadeniz Ormancılık Araştırma Müdürlüğüne ayrı bir yazıda değinmek lazım. Ülke ormancılığımız ve Batı Karadeniz Bölgesi ormancılığının neleri kaybettiğini biz ne kadar anlatsak da yavan kalacak, gelecek nesiller bunun eksikliğini ve acısını misli misli yaşayarak reva görenlere sevgilerini, ahlarını çeke çeke iletecekler.

Yine Osmanlı Devletinin at yetiştirdiği, kendine bal ürettiği At Yaylasının da bu bakış ve acele ile nasıl lime lime heder edileceğini, kimlere peşkeş çekilerek yok edileceğini düşündüğümde yüreğim ayrı sızlıyor. At yaylası denilince bizim çocukluğumuzda da, yakın zamana kadar burada bir kiraz bayramı yapılırdı. Buranın kendine mahsus elmâli kirazı meşhurdu. Kendilerine betondan köşkler, villalar yapma yarışına girenler, babalarının dedelerinin velhasılı atalarının her fırsatta aşı yaparak yetiştirdiği kirazları, meyve ağaçlarını önemsemediklerinden yaşlanan ağaçlar kurumuş durumda. Yenilerini yetiştirmeye bakan kalmadı, dolayısıyla geleneksel halde yapılan kiraz bayramı da söndü gitti. Bu kirazın yeniden burada yeşertilmesi ve çoğaltılması gen kaynaklarımızın korunması açısından gereklidir. Salınarak gezen yabani atların sürülerinin daha da attırılarak buralardan eksilmesine yok olmasına müsaade edilmemeli ve yayla tanımına uygun doğal yapının korunması şarttır diyorum ama kim dinler bilmem?

Balık olup içinde yaşamak da, hakikat gözü ile göremedikten sonra okumak, okuyup bir yerlere gelmek de çözüm değil. Olaya ilim ve irfan ile bakmasını bilmedikten sonra ne söylesek boş. Bilgi, görgü ve tecrübeyi akıl ve izan havanında döverek karıştırıp, düşünce süzgecinden geçirerek, hayata dair güzeli, doğruyu ve gerçeği gösterecek bir unsur elde etmeyi beceremedikten sonra felâha değil felâkete koşuyor insan. Zira münakaşanın adabını bilmeyenin, münazarası, münazarayı bilmeyenin müşaveresi, müşaveresiz olanın da müsameresi hiç olamaz derlerdi, doğrudur. Tıpkı şehirleşiyoruz diye hava atarken çoğu kez Nemrutça, Firavunca şerleştiğimizi anlayamadığımız gibi. Şehirde yaşayanlar ve bu şehrin sahipleri olarak, geleceğimizi ilgilendiren her konuda sormak, araştırmak ve sahiplenerek hassasiyet göstermemiz gerekiyor ki geleceğimiz, gelecek kuşaklarımız emniyet altında olsun. İnatlaşarak, kim ne yaparsa yapsın duyarsızlığı ile  ya da her yapılana muhalefet olarak değil; doğruya doğru, yanlışa yanlış diyerek, ele ele vererek, işbirliği ve fikir alış verişi ile iş yapmak yahut işleri yaptırmak asıl olmalıdır. Ehil olana danışmalı ve iş ehline verilerek yaptırılmalıdır. Asıl becermemiz, başarmamız gereken bu. Turizm olsun mu, tabi ki olsun. İstemeyenin de kaç canı varsa çıksın. İyilik, güzellik, refah istenmez mi? Ama sadece birileri para kazansın diye değil, akıllı, bilinçli ve bu işi gayet iyi bilen elin gavurunun yaptığı gibi, mahvetmeden, eyvah ve keşkelerin en az olduğu; gelecek nesillerin haklarını da koruyacak şekilde yapılsın. Tabiat, gelecek nesilden aldığımız bir emanet değil miydi? Emaneti unutmak, kişisel çıkara, günlük kâra kaptırmak veya ehline vermemek iyi bir davranış diyorsanız,  yazılanı unutun gitsin, hepsini geri aldım sözüm yoktur!

Ben Evliya Çelebinin övgü ile bahsettiği Boluyu, yeşil Boluyu görmek, yeşilliği ve ağaçları ile övünmek istiyorum. Merakımı mazur karşılasınlar; şu parkları bahçeleri tasarımlayıp düzenlerken, güzelim mevcut yaşlı ağaçlara kini, garezi olup, özellikle kuruması için diplerini karıştıran mı var? Eski halini çok iyi bildiğim Atatürk Orman Parkında düzenleme sonrası mevcut ağaçlardan ne kadar çok kuruyan ve kesilen olduğu ve halen kurumanın devam ettiği ilgililerin bilgisi dahilindedir sanırım. Yine, çocukluğumuzun panayır alanı Karaçayır Parkında kesilenler hariç, yaşlı ve güzelim akasyalar, dişbudak, meşe ve söğütlerin kuruduğunu yerinde görmek mümkün.  Anıtpark yine öyle. Vali Konağının güzelim ağaçları bile bu dizayn ve düzenlemenin şiddetine dayanamayıp kurudu ve kesildiler, kalanlar da kesilecekler. Ben; park ve bahçelerdeki uzmanların görevi ağaçları kurutmak mı, yaşatmak mı sorusuna cevapta şaşırıyorum.  Vahşice budamaları görünce yüreğim kanıyor. İçimden kim bu beceriksiz ağaç katili, elleri kurusun diyesim gelmiyor desem yalan olur. Dikili olana hayat hakkı vermeyip, itina ve özen göstermeyenin, yeniden diktiğine bakışı, özeni nasıl olur ki? Bizim çocukluğumuzda bu şehirdeki yeşillenen ağaçlar, meyveler, dibinde gölgelenilen çamlar, meşeler, söğütler, kavaklar, ıhlamurlar anlatılırdı. Şimdilerde, ganimet sayılıp, yaşına boyuna bakılmadan kesilip, masaya oturağa heder edilen; park diye düzenleme yapılan yerlerde kurutulan ağaçlara iyi ki kurudun, kuruduğun için sana kem söz, kem göz değmesin, seni kurutan ellerimize, köküne kibrit suyu döken bilgimize maşallah diye nazar boncuğu takılarak süslenmesi konuşuluyor, manşet yapılıp, methediliyor olmasına aklım duruyor, söz bulamıyorum!!!  Bu coğrafyanın güzelim ağaçlarını yok ederken, ithal ağaçlara binler, milyonlar vererek yollara, park ve bahçelere, meydanlara dikilmesinin büyük öngörü ve başarısının engin mutluluğunu duyması gereken ben, eski, sözüm ona cahillerin, cahillikle yaptığı güzellikleri dile getiriyor, eskiye, eskilerin imkânsızlıklarla tatmayı başardıkları yüksek, ruh okşayan zevkine özeniyorum nedense? Ama biliyorum ki, ithal ağaçlar ve bitkilerle sadece bitki veya ağacı değil, onunla birlikte burada ne sorun, ne hastalık çıkarıp yayacağını bilmediğiniz börtü böcek ve canlı organizmaları da getiriyoruz ve asla bunun bir problem olacağını da düşünmüyoruz. Tıpkı bedavadan ithalle gelen, ama sıcak yaz günlerini haram eden çözemediğimiz canımız yanınca suçunu boş yere tavukçulara, güvercinlere attığımız Kanada menşeyli Ağ Kanatlı Meşe Tahtakuruları gibi. Boluda leylandi ve mazı kültürünün şehirin yeşillenmesi, bir park bahçe yahut röfüj düzenlemesi akla geldiğinde vaz geçilmez, olmazsa olmaz hale geldiğini görüyor yaşıyoruz.

Kendi yerli ağaçlarımızla ilgili yaşadığımız bir anıyı anlatmadan da geçemeyeceğim. Amerikada bir bulvara dikilen ve o caddeye adı verilen Türk fındığı ağacını yabancı bir yayında görmüş okumuş ve özenmiştik. Niye bizde de olmasın derken oldu! Eski Başkan Alaaddin Beyin olaya ve bu ağaca olumlu bakışı sayesinde başarıldı! Zekai Konrapa Bulvarına, Şehitler Caddesi ile Atatürk Orman Parkı arasına Türk fındığı fidanları dikildi. Yerlerini de sevdiler. Tutmayan yok denecek kadar az oldu. Peki sonra ne mi oldu? Yanılmıyorsam dikilişlerinin üçüncü yılı idi. Günlerden cumartesi sabahı. Orta röfüjlerde can hıraş bir çalışma var. Camımız o yana baktığı için dikkat kesildik. İşçiler dikilen onca fidanı, tutmuş boylanmış olmalarına bakmaksızın acımasızca kıyım yaparak bir hışımla söküyorlar. O gün üzüntü ve şaşkınlıkla telefonla “Niçin sökülüyor, neden bu fidanlar heder ediliyor?” sorusuna cevap ararken park bahçeler yetkilisi “Başkanın emri var!” deyince yapacak bir şeyimiz, hızlı söküm değil, adeta fidan yolmaca karşısında bir şey yapacak zaman da kalmamıştı. Sonra öğrendik ki; o dönem Park Bahçelerden sorumlu Başkan Yardımcısı, Ziraat Odasında da görev almış İsmail Bey “Ağaçlar büyüdüğünde fındık verecek ve yollara dökülecek. Onu toplamak isteyen çocuklar kazaya sebep olabilir, bunun sorumluluğunu alamayız.” diye düşünmüşler. Boylanıp, dallanıp köklenerek ancak onsekiz-yirmi yıl sonra mevye verebilecek tohumdan yetiştirilmiş bu fidanların idamına ferman vermiş. Bizim değerlerimize, bizden olana bakışımız bu. Elin Amerikalısı onu en işlek bulvara dikerken mevye verip, vermeyeceğini; insanların bunları alıp almayacağını bilmediğini, düşünmediğini mi sanıyoruz? Adamlar onun egzoz gazına olan dayanıklılığına ve görünümündeki estetik ile çevreye vereceği olumlu katkılarına bakarak muhtemel taa buralardan tohumunu alarak yetiştirip dikiyorken bizde leylandi ve mazı kültürümüzü geliştirip, ithal ağaç listemizi zenginleştiriyoruz vesselam. Yine de gönlüm şehirde caddelerin Türk Fındığı fidanları ile süslenip, bezenmesini arzuluyor, o zamanı özlüyorum. İçinde bulunduğum Türkiye Tabiatını Koruma Derneği Bolu Şubesince proje olarak köy ve mahalle yollarının Boluya ait mevye ağaçları ile ağaçlandırılmasını önermiştik. Bu hızla yok olma noktasına gelen birçok meyve türümüzün korunmasını ve devamını da sağlayacaktı ama maalesef sonuçsuz kaldı. Mazı ve leylandiye ile ithal ağaçlara yenildik..

Bizde olaylar ve yapılan iş, çoğunlukla ilim ve bilimi, yaşanmış tecrübeleri yok veya gereksiz görüyor. Çünkü, işlerin yöneticilerin bakışına göre değerlendirilip, yapılması doğru bilindiğinden; ilime, bilgi ve onca tecrübeye yere serilen kilim kadar değer verilmiyor çoğu zaman.  Anı, günü yaşamak ve kurtarmak işin en kolay ve en cazip olan yanı. Zahmete katlanmayı bilmeyince ve sabrı zor görünce kolaya uyuyoruz, avunuyoruz gidiyor.

Her şehrin tarihten gelen bir sivil mimarisi, resmi mimarisi, her memleketin eskiden gelen bir mimari estetik anlayışı vardır. Her yerin evi, konağı yapılışı, gösterişi, kullanışı, yapısı bakımından farklılık arz ediyor ve kültürel bir değeri oluşturuyor. Bu geleneksel şehir mimarisindeki estetik güzellikler gözden kaçırılmadan yapılarda devamının teşvik edilmesi, korunması; gelişen teknik ve çağın ihtiyaçları ile harmanlanarak şehrin farklılığını ortaya koyan bu geleneğin yaşatılması aklıselimin gereği olmalıydı. ‘Özgün Bolu Sivil Mimarisidir diye göstereceğimiz yeni yapılan bir eseri ben görmedim, var mı bilmiyorum. Şehre hiç de estetik katmayan, tarihi görüntüye hançer, üst üste konmuş varıl görünümlü, kullanışsız Belediye Binasını halkın engin görüşlerine bırakıyorum. Bazen sükutla ciltlerin almayacağı kadar şey anlatılır. Anlamak isteyenler de anlarlar.  Şehrin bu mimari dağınıklığının vebalini ucuz maliyetli, çok kazançlı sabun kalıbı binaları çizenler ve her hangi bir estetik kaygı düşünmeksizin, bir şehir estetiği prensibine sahip olmayı düşünmeden onaylayanlar çeksin. Şehrin, şehirleşirken prensip edilen bir estetiği, yerleşim yerine göre belirlenen tip, kat gibi mimari koşulları belirlenmiş bir yapılaşması, mimari planı olmasının şehre ne zararı olur ki?Karmaşa ve kargaşa halinde bir yapılaşma bakanı da, içinde yaşayanı da işin doğası gereği rahatsız etmeli. Boluda bu rahatsızlık ne kadar duyuluyor merak ediyorum.  Uygulamalara bakınca Bolunun imar ve şehir planlamasının müteahhit düşünce ve uygulamasından kurtarılmasına olan ihtiyaç ayan beyan ortada değil mi?

Akmayantıkanan trafiği, sorunlara gömülen otoparkları, altyapısı, üst yapısı, sıkışan daralan, yılan gibi kıvrılan, birbirini karşılamayan yolları; kentsel plan ve bu plandaki görmediğimiz estetik, şehrin hızlı ve kontrolsüz gelişimi, binalardaki kat sayısı, mahallelerin mimari estetiği vs,  şehre daha bilimsel, akılcı ve kalıcı, kişisel rantlara dayalı değil, gelecek kuşaklara, yaşayanların yaşama haklarına ve refahlarına dayalı bir şehirleşmeye, yapılaşmaya olan ihtiyacını haykırıyor. Paristeki yola benzeyecek dediğimiz İzzet Baysalda gezerken, tabelalara bakarak yürüyenin, kendisini Paris ya da Londrada zannetmesi gayet normal. Anormal olan ayağına takılan beton kırığı ya da kalkmış bir görme engelli yol kılavuzu, yahut karo taşı; kara kümbetler gibi oraya buraya konulmuş zevksizliğin reklamını gösteren yol saptıranlar, kasaba ruhunun tezahürü bozulmuş beton satıh ve şaşkın kurşun gibi ne zaman çarpacağı belli olmayan bisikletler, rastgele düşünülmeden yapılmış, yürüyene tuzak bisiklet yolu. Burada yürürken hülyası, göz ve ruh estetiği, psikolojisi bozuluyor insanın. Toplum olarak her zaman acısını, zahmetini çekmekten usandığımız inatlaşarak yaptıklarımızla telafisi nerdeyse imkânsız olan zararlarımızın yerine; nedense anlaşarak, konuşarak bir iş yapmaya gayret etmiyoruz. Sosyalleşemiyor, şehirleşemiyoruz ama köylülüğü de unuttuk. Refahı, huzur ve şehirde yaşamanın mutluluğunu duymak, hissetmekten aciz kalıyoruz. Hiçbir işimizi yemek arkası kaymaklı tatlı keyfinde kâra, refaha da dönüştüremiyoruz. Yönetenler ve yönetilenler açısından anlaşacağımız, elbirliği, fikir birliği, işbirliği etmemiz gereken kararlarda idrak, irfan, iz an ve aklıselim ile bağlanacak yollarımızda nedense hep enfeksiyonlu ve iltihaplı irinle tıkalı oluyor, birbirimizi anlayamıyoruz bu da ayrı, ama önemli bir araştırma konusu.

Şehre yapılan Çevre Yoluna bakınca, nasıl kıyıdılar bu şehre demekten alamıyorum kendimi. Yolun geçtiği her nokta insanlar için “yoldan önce” yahut “yoldan sonra” diye milattan önce ve milattan sonra olacak kadar ayırıcı ve ötekileştirici çirkinlik abidesi. Güzelim verimli ovayı kıvrıla kıvrıla dolanan bu yol aslında “Geleni Geri Çevirme”, bu şehirdekileri de “Çevre Yolu Surları İçine Hapsetme” olayından başka bir şey değil. Reva görenlerin kendisi de, yedi ceddi de hortlasın. Yapılacak Çevre yolu aslında şehri rahatsızlık vermeden en kısa sürede terk etmek amaçlı, şehir dışından şehrin belli yerlerine en kısa sürede varmak için yapılır. Bu yolların amacı insana zulüm, yaşayana içine tıkıldığı kale duvarı, güzelim verimli ovaların onarılmaz şekilde heder edilmesinden başka ne yarar sağlayacağını bilemedim. Yol medeniyet, kolaylık, rahatlık ve üretimi, çalışmayı değerlendiren geliştiren bir unsurdur diye biliyoruz ama bu şehrimize yapılan yol bu bildiklerimizin çok yanlış ve eksik olduğunu haykırıyor yüzümüze. Allah aklı selimin galip gelmesine vesile kılsın, mevcut yapılan hali ile kalmasına yardım etsin.

Ayrılalı uzun zaman olmasına rağmen, Boluya olan, Bolu tarih ve kültürüne olan ilgimi bilenler zaman zaman arayıp, bilgi yahut sıkıntılarını aktarıyorlar. İstanbulda öğretim görevlisi bir kardeşim arayıp, Bolu ile ilgili belediyenin bastırdığı kitaplara ihtiyacının olduğunu söyledi. Yaptığı görüşmelerde görevliden “Artık belediyenin kitap basmayacağı ve mevcut kitapları dağıtmayacağı” bilgisini alabilmiş. İnanamadım!!! Eskinin bilgiye ve kitaba olan bağnazlığını asla aklıma getirmek istemem. Şaşırmadım da desem yalan olur. Telefonun ucundaki arkadaş; “Bolu ile ilgili basılan kitaplardan araştırmalarda kullanılacak temel olan kitapların mutlaka dağıtılması elzem” diyor. Saraybosnadan ve Kafkaslardan misafir gelen araştırmacıların bunları özellikle üniversitelerine edinmek istediklerini, kendisinden özellikle talep ettiklerini söyledi.  Ama temin edememekten yakındı. Tabi benim burada diyecek sözüm ne olabilir. Karar vericiler, idarede, şehrin yönetiminde olanlar; şehre yakışanı, kendilerine, bilgi ve vicdanlarına yakışanı yapacaklardır diye umuyorum. Geçmişin kitaba yapılan baskı ve zulümlerini unuttuk; korku ve endişe taşımıyoruz. Askeri darbe dönemi değil ki, kitaplar havuzlara doldurulup yakılsın yahut kalorifer kazanları artık kömürlü ve odunlu değil ki, yine atılıp yakılsın. Seka da yok artık atık kağıt niyetine kitaplar heder edilsin. Sonra artık günümüzde yetişen insanlar kitabın ne olduğunu, bilginin ne olduğunu biliyordur diye inanıyoruz. Zira gelinen noktada kitabın ve bilginin zararından değil kitabı değerlendiremeyen, bilgiyi yanlış kullanıp kendine, etrafına zarar verenlerden söz ediyoruz. Çünkü, günümüzde beğenilip beğenilmemesine bakılmaksızın yazılan her kitbın, kayda geçirilen bir düşünce veya bilginin zamana, yüzyıla kalemle, fikirle vurulan bir damgasıdır diye bakıyoruz.

Boluda emanetlere karşı duyarsızlık var. Bunu söylerken asla insanları kızdırmak amacında değilim. Ama bir hakikati de dile getirmek lazım. Tarihi kayıtlara göre Bolu, Osmanlının ikinci kütüphanesinin kurulduğu yer. Yıldırım Bayezit cami ve külliyesini burada kurarken aynı zamanda kütüphanesini de kurmuş, iyi de kitap edindirmiş. Bu kitaplıktan da bu kitaplardaki bilgilerden de bugün eser yok! Yine 1932de Halkevi açılmış şehrimizde. Güzel araştırmalar yapılmış, güzel geniş bir kütüphane kurulmuş. Günümüze bu kitaplıktan ve Halkevinde yapılan çalışmalardan gelenler ne kadar? Meraklı birilerinin elinde kalan üç beşi geçmiyor. Ne oldu bunlara ki? Bu kitaplar, bilgi ve belgeler nereye gömüldü, nasıl heder edildi ayrı bir merak ve araştırma konusu.

En son katlı otopark inşaatı başlanılıncaya kadar İsmetpaşa Caddesinde Bol Aş Lokantasının tam karşısında çeşmelerinden kökez suyu akan tarihi kitabesi olan heybetli Sirkeciler Çeşmesi vardı. Gayet sağlam gayet de yapıldığı günden son güne kullanılan, kesme taştan yapılmış bir çeşme idi. O günlerde inşaat bitince uygun şekilde monte edileceği söylenmişti. İnşaatla birlikte etrafı kapatıldı ve söküldü, sırra kadem bastı. O, şehre bırakılan bir emanetti. Hâlâ yok! Ne olduğu, nereye atıldığı da belli değil. İlgilenip sormak gerekmez mi?

1980li yılların sonuna doğru Köroğlu Heykeli Belediye Meydanına indirildiğinde etrafında birisi üzerinde Osmanlı Tuğrası bulunan dökme, bir diğeri de daha yakın döneme ait arabası ile birlikte iki adet tarihi top vardı. Bunlar, 1993 sonunda yapılan düzenleme ile Bolu Belediyesi Ressam Mehmet Yücetürk Sanat Merkezinin bahçesine getirilmiş, en son meydanın betonla kaplanması, cafelere boğulması aşamasına kadar orada sergilenmişti. Daha sonra Karaçayır Parkına atılmışlardı. Her yeri pejmürde hale gelmiş olarak gördüğümde, Başkan Yardımcısı Emine Hanıma fotoğrafını göndererek haberdar etmiştim. Sonrasında oradan kaldırıldılar. Kaldırıldılar ama ne oldukları akıbetlerinin ne olduğunu öğrenemedim. Bu toplar şehrin zenginliği idi. Hele üzerinde tuğrası olan Osmanlı Dökmesi eski top, çok uzun yıllardır şehirde idi. Cumhuriyet döneminde en son bu ses bombaları kullanılmaya başlayıncaya kadar önemli zamanlarda atılan topların, Ramazanın başlangıcını, iftar saatini, bayram başlangıcını bildiren ata yadigarı bir toptu. Bu topların akıbetini merak ediyorum. Yine eksikliklerinin giderilerek şehrin en uygun yerinde sergilenmelerinin mahzuru var mı? Bu ilgisizlik ve değerlerimize kayıtsızlık, şehrin malına, ata yadigarlarına saygısızlığa dur demek iyi olmaz mı?  

Şehir için önemli olan şeyler mutlaka saklanır, saklanmalı korunmalı da. Peki, Atatürkün 1934te Boluyu, şehrimizi ziyaretlerinde duygularını yazıp imzaladığı, her 17 Temmuz da sayfasının kopyasının kopyasının kopyasını gördüğümüz, Halkevinin Şeref Defteri kimlerde nerededir, hangi eller onun şehre onur vermesini engelliyor? Nereye tıkılı kaldı, merak edip araştıran var mı? Bilenler söylese de akibetini öğrensek.

Katlı otoparkın yapıldığı parkta bu şehirden yetişmiş hatta eskilerin deyimi ile istidatlı görülerek masrafları belediye ve valilikçe karşılanarak yurtdışına eğitime gönderilen Prof. Dr. Halis Duman büyüğümüz merhumun bu şehre bir hediye olarak bizzat çocukluğundaki anılarında kalan şehrin saat kulesinin benzerini yapmak için uğraşı verdiği yapım macerası ayrı, yıkıp yok etme macerası ayrı, son senelerde ilgisizlikten günde iki kere doğruyu gösteren saati ile meşhur saat kulesi, inşaat esnasında söküldü. İnşaat bitince uygun şekilde tekrar dikileceği söylenmişti ama hâlâ yok, nerede olduğu kesinleşmiş değil. Toprak altında olduğu söyleniyor, ne kadar doğru bilinmez. Bu şehre bırakılan bir emanet değil mi? Sormak öğrenmek lazım gelmez mi?

1999 yılında, Rabbim bir daha acısını göstermesin bir deprem yaşadık. Bu depremde Büyük Camiimiz hasar aldı. Uzunca bir zaman kapandı, tadilat ve onarım gördü, onarıldı yeniden kavuştuk. Ancak, ben ve o camiin içini bilenler oradaki tarihi sarkaçlı saatleri hatırlarlar her halde. Aradan geçen onca zamana rağmen o muhtemelen camiye vakfedilen güzelim sarkaçlı saatlerden haber yok. Yahut duymadım. Bunların akıbetini de bilenler söylerlerse tarihe not düşerler.

Şehirlerin de bir hafızası vardır. Bunların en güzel göstergeleri bilgi belge, kitap, alet edevat, tutulan kayıtlar, defterler, önemli evraklar vs. şehirleri değerli kılanlar aynı zamanda o şehrin mensubiyeti ile büyüyüp, okuyan, meslek ve iş güç sahibi olup, önemli mevkilerde hizmet edenlerdir. Değişik zamanlarda dile getirdiğim ama sesimi hiç kimseye duyuramadığım bir hususu önemine binaen tekrar yazacağım.

Bolunun yetiştirdiği insanlara ilişkin bilgi ve kayıtlar Osmanlıdan günümüze aktarılmış, Cumhuriyetle de ilgili kurumlarca devam ettirilmiştir. Bolunun Osmanlıdan günümüze milli eğitim kayıt ve diploma defterleri, kaldı ise yazışma evrakları İmaret Mektebi iken İnkîlap İlkokulu olan kurumdadır. Bu arşiv belgelerinin mutlaka şehir hafızasına kazandırılacak şekilde bir merkezde toplanması önemlidir. Bununla birlikte orta öğretim ile ilgili Osmanlıdan günümüze intikal eden arşiv belgeleri de Merkez Orta Okulu iken Atatürk Orta Okulu olan kurumdadır. Bunlarında bir merkezde toplanarak şehir hafızasına kazandırılması ve değerlendirilmesi önemlidir.

1952de Türkiyede ilk defa Boluda kurulan ve halen Türkiyede mevcut onbir araştırma kurumundan en köklüsü olan Bolu Batı Karadeniz Ormancılık Araştırma Müdürlüğünün hemen girişinde özenle korunarak sergilenen kullanılmış alet ve edevatlar vardı. Daha sonra kurumun Aladağdaki Avşar Binasına taşındığını öğrendiğimiz alet ve edevatlar başta olmak üzere her kurumun elindeki bu tür arşivlik ve sergilenmelik eşyalarının bir merkezde toplanarak şehir hafızasına kazandırılması önemlidir. Bu çalışmayı Valilikten beklemek en tabii hakkımız değil mi?

Bu saydıklarım ve yetkililerce de yeni tespit edilecekler Bolu Bilgi Bankasına, şehir müzesi ve kent araştırma merkezi için kazandırılacak önemli vesikalar olacaktır.

Bir diğer önemli husus, Bolulu Şehitlerimizin daima nesilden nesile anılmasına vesile olacak adına yaraşır bir anıtı içinde barındıracak şehrimize yaraşır bir parkın yapılması. Kurtuluş Şavaşı komutanlarından İhsan İdikut; “Bolulular yaratılış itibarı ile mert ve vefakâr insanlardır. Gayenin müstevli düşmanı memleketten atmak olduğunu anladıktan sonra, bunun tahakkuku için en çok fedakârlık gösteren, kan döken Bolulular olmuştur” der. O günün kaynakları da, şehit sayımız da bunu doğrular. Bolulular her zaman devletinin yanında olmuş, devleti için girdiği her savaşta korkusuzca çarpışmış ve canlarını feda etmiş, kanlarını akıtmıştır. Çanakkaleden Cumhuriyetimizin Kuruluşuna Bolulu Şehitler Kitabını daha sonra gelen bilgilerle tashih edemeyişimize rağmen Balkan, 1.Dünya, Çanakkale, İstiklâl Harbi vuruşmalarında sayı biraz daha fazla ama biz kitaptaki sayıyı şimdilik esas alalım 1.270 Bolulu şehidimiz vardır. Bunlara sonradan 1923 sonrası vatan savunmasında şehit olanları da eklemek lazım. O dönemki şehir nüfusuna oranladığınızda muazzam bir sayı. Tam bir fedakârlık göstergesi. Peki bunun ebedileştirilmesi, genç nesillere bir övünç, aynı zamanda görev ve sorumluluklarını hatırlatacak, kendilerine bu yurdu vatan olarak bırakan, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kurulmasında ve yüceltilmesinde canlarını feda eden kahraman şehit atalarını hayırla yâd edecekleri bir mekan ve anıt yapılması Bolu bütçesini, Bolu şehrini aşan bir beklenti midir? İdareciler, yetkililer bunu şehre kazandıramazlar mı ki diye söylecekleri sözleri merak ediyor bekliyorum. Bu hareket şehre tarihi bir zenginlik ve güç verecektir diye düşünüyorum.

Yine şehrimizde kültür, sanat bu alanlardaki aktiviteler kolu kanadı kırık şekildedir. Sanatın yapılacağı mekan kadar, sanatın sunulacağı, sanatçılarla sanat severlerin bir araya geleceği sergi salonu, tiyatro ve toplantı salonu yoksa her yeriniz sanatçı olsa ne olur. Sanatsal, kültürel ve sosyal etkinliklerle halkın buluşacağı mekan sıkıntısı halkın da, idarecilerin de bilgisi dahilindedir. İl Kültür ve Turizm Müdürlüğünün salonu kapanın elinde kalıyor.  İl Özel İdaresi eski kardelen sinemasının bulunduğu binayı yıktı ve şehrin bu ihtiyacını bildikleri halde planı iş merkezi haline sokarak sanat ve kültür adına şehre büyük bir kötülüğe imza attılar. Yıkılan bina yıllarca sinema ve tiyatro salonu olarak tahsis edilmiş başarı ile de binaya bakılıp ilgilenildiği dönemde uzun zaman iş görmüş, sosyal sanatsal ve kültürel ihtiyacı gidermiştir. Büyüyen, üniversite ve turizm kenti olma arzusu ile hareket edilen kentin acilen kültürel, sosyal ve sanatsal ihtiyaçlarına uzun vadeli cevap verebilecek her tür aktivitenin yapılabileceği salonlara ihtiyacının giderilmesi önem arzetmektedir. Şu ana kadar kenti yönetenlerden iş merkezi yapımı, kafelerin çoğaltılmasına yönelik söz ve eylemler dışında bu ihtiyacın giderilmesine yönelik söz duymadık. Kente yapılacak, geniş çaplı organizasyonlara cevap verecek kapalı alan yapılmasına ihtiyacı aşikârdır. Sokak ortasında yapılan yemek yarışmaları, daracık yerlerde yapılan kitap günleri, mezbele yerlerde yapılan yöresel gıda satışları vs. göz önüne getirmek yeterli sanırım.  Bu amaçla yapılacak bir yapı için Borazanlar mahallesindeki eski Cezaevi alanı düşünülemez mi?

Özlemlediğimiz güzellikleri en kısa zamanda doyasıya yaşamamız ve gelecek nesillere de güzelce aktarıp yaşatabilmemizi diliyor, saygı ve selamlarımı sunuyorum.

Yorum yazın

UYARI : Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. Ayrıca suç teşkil edecek hakaret içerikli yorumlar hakkında muhatapları tarafından dava açılabilmektedir.

Siyami PALAZOĞLU yazıları

17NİS2020